13 Mayıs 2016 Cuma

Arıcılıkta şeker ile besleme, doğal ve yapay seçilim


Doğal-sürdürülebilir-ekolojik arıcılık söz konusu olduğunda Türkiye'de ve dünyada şeker ile besleme yapmanın her zaman önemli bir tartışma konusu olduğu ve karşımıza yanıtlanması pek de kolay olmayan sorular çıkardığı bir gerçek. Ben de, 4 senedir olabildiğince hem doğal hem de teknik arıcılık yapmaya çalışan ve bunu sürdürülebilir bir strateji haline getirmeye kafa yoran bir arıcı olarak bir yerinden başlayarak bu tartışmaya ışık tutmaya çalışacağım. Bunu yaparken de arıcılığa uzak, acemi ya da sadece tüketici olarak bu konuyu merak eden insanların da anlayabileceği bir dilden anlatmaya gayret edeceğim.

Arıcılık göründüğünden çok daha detaylı ve teknik bir iş olduğundan bazı kavramları ve temelleri oturtmadan bir takım sorulara cevap aramak  kişiyi yanlışa yönlendirebilir. Her türlü detayı da kısa özet halinde açıklayabilmek mümkün olmamaktadır. Ayrıca bilimsel ilerlemelerle doğru orantılı olarak bazı yöntemler terkedilmekte ve yerlerine yeni yöntemler geçmektedir. Örneğin varroa mücadelesinde kullanılan eski ilaçlar (örn:amitraz) artık etkisiz kalmış ve yerini organik asitlere, defne,kekik (thymol) gibi etken maddelere bırakmıştır bile. Başka bir örnek ise eskiden balarılarını pekmez ile beslemek oldukça yaygın iken bilimsel araştırmalar sonucu pekmezin içindeki şekerin karamelize olmasından ötürü arıların sindirim sistemine zarar verdiği ortaya çıkmış ve bu uygulama arıcılar tarafından hızla terkedilmiştir.

Bu karmaşık ve dinamik sürecin beni düşüreceği hataların ve anlatım zorluğunun bilincinde olarak bir yerinden başlıyorum ve o büyük soruyu soruyorum...

Sürdürülebilir arıcılıkta şeker ile besleme yapılmalıdır ? 

Nisan ayında kovan kapağını  açıp da en sondaki çerçeveyi çıkardığınızda yukarıdaki fotoğraftaki gibi bir manzara ile karşılaşıyor iseniz tahmin edebileceğiniz gibi arılarınız aç demektir. Hatta diğer çerçevelerde yumurta,larva veya kapalı yavru dışında bal göremiyorsanız durum daha da kritiktir. Arılarınız açlıktan ölebilir veya en iyi ihtimalle nüfuslarını azaltmaya giderler yani anaarı yumurtlamayı keser ki bu da bal mevsimi öncesi bir arıcının yaşamak istemeyeceği olumsuzluklardandır. "Tarlacı" diye tabir edilen dışarıya çıkıp bal toplayan işçi arılar, anaarının yumurtayı bırakmasından 21 gün sonra ve kovan içi görevlerini yaklaşık 2 hafta boyunca tamamladıktan sonra yani yaklaşık 45 gün içinde hazır hale gelir. İşçi arılar, 2 hafta kovan içi görev yaptıktan sonra tarlacı olurlar ve 50-150 günlük hayatlarında aldıkları son nefese kadar bu işi yaparlar.Her arıcı, nektar akımı dönemine girmeden 1-2 ay önce kolonilerinin arı nüfusunu olabildiğince arttırmak zorundadır yoksa, eğer bu dönemi iyi geçirmez ise bal sezonu sonunda bol bol boş kabartılmış petek hasat edecektir. Güçlü bir tarlacı arı popülasyonu olmaksızın bal elde etmek mümkün değildir.

Bu,işin bal verimi ile ilgili olan kısmı, bir de arıların yaşatılması yani stok tutabilmesi için beslenmesi mevzusu vardır. Yazın sonunda arıların balını aldığımızda alt kattaki 5-10kg balı arılara bıraksak bile İçAnadolu koşullarında bu miktar arıların uzun ve çetin geçen kışa dayanmaları için yeterli olmayabilir. Varroa ve diğer parazitlerin verdiği zararla kadro zayıflar ve açlığın da etkisiyle arılar iyice strese girer. Bu yüzden bal alındıktan sonra sonbaharda stok beslemesine başlanır ve arıcı tarafından kış başlamadan çerçevelerdeki bal stoğunun ne durumda olduğu kontrol edilir. Bu sırada etkin bir şekilde varroa mücadelesi de yapılır.

Yani demekki arıları besleme iki amaçla yapılıyor:
1. Teşvik beslemesi (Açık, 1 ölçek şeker, 1 ölçek su ile) ---- arıları bal mevsimine güçlü kadro ile sokmak için
2. Stok beslemesi (Koyu, 2 ölçek şeker,1 ölçek su veya kek ile besleme) --- arılar uzun süren kışa girmeden stoklarını tamamlasın veya tamamsa bile hemen stoklarını tüketmesinler diye...

Arıcılar bulundukları coğrafyayı, iklimini ve arılarını çok iyi tanımalıdır. Arıların beslenme ihtiyacı türüne ve bulunduğu bölgeye göre değişiklik gösterir. Yan yana duran iki koloninin bile beslenme ihtiyaçları ciddi şekilde değişiklik gösterebilir.

O zaman akla hemen şu soru gelebilir: O halde insanlar onları beslemeye başlamadan önce balarıları nasıl oluyor da hayatta kalabiliyordu? Çok güzel ve yerinde bir soru olurdu. Ancak cevabı da bir o kadar zor. Belki de hiç beklediğimiz gibi olmayabilir.

Bu soru belki başka bir soru ile kıyaslanabilir. İnsanlar onları evcilleştirip beslemeye başlamadan önce nasıl oluyor da köpekler,kediler doğada hayatta kalabiliyordu. Belki de onlar önceden köpek değil kurttu, kedi değil vaşak idi vs. Cevabı belki de evrim teorisi, doğal ve yapay seleksiyon gibi kavramlarda arayabiliriz.

İnsanların binlerce yıldır arıcılık yaptıklarını biliyoruz. Belki eskiden yapılan arıcılık daha çok toplayıcılık şeklinde olabilir. Arı kolonilerini yaşatmak gibi bir dertleri olmayabilir. Belki o çağlar balarılarının (Apis Mellifera) yaşaması için çok daha uygun koşullar sağlıyordu. Belki de her sene birçok arı kolonisi ölüyor ve ancak %10'u hayatta kalabiliyordu. Belki o zaman doğadaki nektar oranı daha fazla idi, ya da iklim farklı idi. Belki de doğada yaşayan çok daha fazla balarısı kolonisi vardı ve birbirlerini yağmalayarak hayatta kalabiliyorlardı. Birbirlerinin kovanlarını yağmalamanın  balarılarında doğal bir davranış biçimi olduğunu biliyoruz. Varroanın 1970'lerden önce dünyaya yayılmadığını sadece Apis Cerena adlı Asya arısında bulunduğunu ve bu türün de varroa ile kendiliğinden mücadele edebildiğinde, hijyen alışkanlığı edindiğini biliyoruz. Daha bir sürü soru sorabiliriz, birçok varsayım ileri sürebiliriz. Ancak şimdilik bu kadar yeter gibi...

Burada değinmek istediğim daha önemli bir konu var. Eğer birşeyi doğal haline (kendi haline) bırakacaksak çok temel bir evrim yasasını göz önünde bulundurmalıyız. Bu da "doğal seleksiyon" yani seçilim. Eğer benim X adet arı kolonim var ise bunları kendi haline bıraktığımda mutlaka belli bir oranda ölüm yaşanacak, mevcut doğal koşullara benim müdahalem olmadan en iyi şekilde adapte olanlar hayatta kalacaktır. (Arıları bir kovana koymak da aslında bir müdahaledir ancak hiç müdahale etmediğimizde teknik arıcılığa göre onları görece doğal seçilime bırakmış oluyoruz) Örnek olarak arıcılığa ilk başladığım yıl çerçeve eklemek dışında hiç müdahale etmedim ve 17 adet kolonimden ertesi yıla ancak 3 tanesi hayatta kalabildi. Ertesi yıl 5 adet koloni satın alıp teknik arıcılık uygulayıp güzelce besleyerek arıları çoğalttım, 8 olan koloni sayımı 20'ye kadar çıkarmayı başarmıştım. Eğer teknik müdahalelerde bulunmasaydım muhtemelen şu an canlı hiçbir kovanım kalmayacaktı. 4 senedir birçok farklı teknik denemiş bir arıcı olarak bunu kesinlikle iddia edebilirim.

Burada benim müdahalemle bir evrim yasası daha devreye giriyor. Bu da "yapay seleksiyon". Edindiğim bilgi ve deneyimle en güçlü ve verimli olduğunu düşündüğüm koloniyi alıp bundan yapay olarak kendim çoğaltıyorum. Burada kendime en uygun kolonileri öznel kriterlere göre seçmiş oluyorum. Yani biraz daha açacak olursak, benim en iyi olduğunu düşündüğüm koloni gerçekte doğal koşullara iyi adapte olamayabilir. Ya da gerçekten doğal haline bıraktığımda üreyebilecek olandan daha çok işime yarabilir. İşte "müdahale" dediğimiz şey en saf haliyle yapay seçilimdir.Şu an yediğiniz lezzetli kiraz ya da domateslerin hepsi bu yöntemle evrildiler. Burada yapay kelimesi benim müdahalemden doğuyor. Yoksa yapaydan kastettiğim  üreme yönteminin yapay olduğu anlamına gelmiyor. Anaarı yine doğal yollarla havada kendiliğinden çiftleşiyor. Ancak ben ona yaşamasını istediğim koloniden 2 çerçeve alarak başka bir kovana aktararak ona kendini çoğaltma şansını vererek müdahale etmiş oluyorum. Doğal oğula çıkmasını beklemeden çerçevelerle farklı kovanlara bölerek yapay olarak çoğaltmış oluyorum. Sanırım bu kadar açıklama yeterli olur.

Şimdi buradan konuyu tekrar şekerle beslemeye getireceğim. 17 olan koloni sayımı şekerle besleme yapmadığım zaman 3'e düşürdüğüme göre demekki 170 kolonim olsa 30, 1700 kolonim olsa 300'e düşecekti. Yani toplam koloni sayısı ne kadar artarsa bir sonraki seneye şeker ile beslenmeyen hayatta kalan koloni sayısı da o oranda artacak ve belki 170000 koloni 300000'e düşünce artık en güçlülerin buradan çoğalması da mümkün olabilecektir.  Örneğin kalan 30.000 koloni bir sonraki seneye 20.000 olarak devredecek, ölüm oranı gittikçe azalacak ve bir süre sonra evrimin dikenli yolları canlılara avantaj sağlamaya başlayacak. Her geçtiğimiz sene müdahale edilmeyen arıların en güçlülerinin hayatta kalabildiği ve her geçen sene kolonilerin daha çok güçlenmesi beklenebilir. Tabi tam tersi de olabilir, hepsi ölebilir ve belli bir değişimin olabilmesi için çok uzun yıllar geçmesi gerekebilir. Bunların hepsi sadece birer olasılık. Ama olasılık olarak koloni sayısı fazla olan arıcıların müdahalesiz arıcılıkta başarılı olma ihtimalleri yüksek. Tabi ki bu kadar koloni edinmek için gereken süre, maddi birikim vs. konu dışı....

Tam tersini düşündüğümüzde de yıllardır şeker ile beslenen ve insan müdahalesi ile hayatta kalmaya alışan balarıları için de evrimin onları bu koşullara adapte olmaya ittiğini düşünebiliriz. Nasıl ki güvercinler şehirlerde,damlarda yaşamaya evrildi, fareler ve bir takım böcekler evlerin içlerinde yaşamaya adapte oldularsa aynısı da balarılarının başına gelmiş olabilir. Bu demek olmuyor ki şeker ile besleme yapılmadığı takdirde bütün balarıları ölecek. Hayır. Ancak insanların kabullenemeyeceği ya da bedelini ödemekte zorlanacağı büyüklükte koloni kayıpları yaşanabilir. Sadece şekerle besleme değil standart langstrothlarda yaşamaya alışmış, varroa mücadelesi insanlar tarafından yapılmaya alışmış, mevsimlere göre çerçeve eklenip çıkartılmaya alışılmış bir canlıdan bahsediyoruz. Şunu bile iddia edebiliriz ki yaklaşık 150 yıl Langstroth kovanlarda yaşamaya alışmış balarısı (Apis Mellifera) bu koşullara adapte olmuş ve belki de muhtaç olmuş olabilir.

Yani geldiğimiz noktada  bütün konuların birbiri ile bağlantılı olduğu, bütün parçaların birbiri ile ilişkili olduğu ve parçaların bu ilişkisinin bütünü etkilediği ve dönüştürdüğünü,bu büyük ekosistemi bu şekilde düşünmemiz gerektiğini farketmemiz gerekiyor.

Başka bir örnek ise, günümüzde arıcılar artık X adet koloniden 5X ya da 10X adet koloni elde etmeye çalışıyor. Bunu da yapay bölme yolu ile yapıyor, 10 çerçeveli bir adet koloniyi 5 adet 2 çerçeveli koloni olarak bölüyor. Doğal oğulda ise kaç koloniye bölüneceğini arı seçiyor ve bu genelde 2X oluyor. Haliyle beşe bölünen koloni daha zayıf ve kırılgan olduğundan şeker ile beslemeye daha çok ihtiyaç duyuyor.

Yani insan müdahalesi ile balarılarını daha büyük bir hızla ve başarı ile çoğaltabiliyoruz ancak insan müdahalesine daha çok muhtaç olan balarısı kolonileri meydana getirmiş oluyoruz. İnsan nüfusu, gıda üretimi ve bal tüketimi göz önüne alındığında çok çok fazla arı kolonisine ihtiyaç duyulduğu ve yöntemin kaçınılmaz olarak en verimliye doğru evrildiğini görebiliyoruz.

Balarısı artk evcil bir hayvan kabul edilmelidir. Büyük ölçüde insan bakımına ve müdahelesine muhtaçtır. Yani bahçeye bir sepet koyayım ve kendi kendine arılar yaşasın,çoğalsın ve ben de az miktarda bal alırım anlayışının gerçekte pek bir karşılığı yok.

Bizzat denediğim warre'de koloniyi 1 seneden uzun  yaşatmayı başaramadım. Büyük olasılıkla besleme ve varroa mücadelesi yapamadığım için kaybettim. Warre kovanda kontrol ve müdahale imkanı olmadığı için koloni kayıp sebebini de tam olarak bilemiyorum. Kütük kovanda güzel bir kapak yapmayı başaramadım, buradan böylece bir yardım çağrısı da yapmış olayım. Güzel izolasyonlu bir kapak olmadan kütük kovan işlevsiz ve anlamsız olur.

Daha fazla, daha sağlıklı testler yapmak için desteğe,daha çok zamana ve dayanışmaya ihtiyacımız var. Hiçbir emek harcamadan birşeylerin değişeceğine inanmaktan vazgeçmeli, yorulmaktan korkmamalıyız.

Sonuç olarak doğalı arayabilir, geleneksele özlem duyabiliriz ancak dünyanın ve bu büyük sistemin gidişatını ve kudretini gözardı etmemeliyiz. Zamanı geri çeviremeyiz, bir şekilde dünyada hakim,egemen sistemle rekabet edebilecek yöntemler geliştirmeliyiz. Tamamen verime odaklanmalıyız demiyorum. Doğallıktan,kaliteden ve sağlıklı yöntemlerden vazgeçmeden yeni birşey üretebilmeli bu büyük yıkıcı küresel kapitalist sisteme meydan okuyacak donanımı geliştirmeliyiz. Anahtar kelime bilgi paylaşımı ve dayanışma olabilir. Hala apis melliferanın doğal yollarla üreyebildiği ve insan müdahalesiyle de olsa yaşayabildiği ve hatta bizi de yaşatabildiği bir konumdayız. Bu mevzileri tutup daha önemli kazanımlar elde etmek için yeterli objektif koşullar oluşmuş durumdadır. Varsa bahçeniz alın bir iki kovan ve bu güzel esrarengiz böcekleri yaşatmaya çalışın. Ellerimiz altında binlerce döküman,makale ve iletişim aracı var. Her türlü arıcılık ekipmanlarına erişimimiz mümkün.

Onlar istemeden de olsa bizi yaşatmak için büyük emek harcarlarken onları bu mücadelede yalnız bırakmamamız lazım. Apis mellifera koloni olarak mükemmel bir uyum içinde yaşayabilen bir süperorganizmadır, buradan çıkaracağımız dersler mutlaka vardır.



Bu büyük bilim insanına , sabırla yaptığı deneyelere, insanlık tarihine damga vuran teorisine, cesaretine, doğru bildiğini ne pahasına olursa olsun sunuşuna...
Bu büyük insanın anısına....

Selam, sevgi ve saygılarımla
Cemal.



2 Mayıs 2016 Pazartesi

Arıcılığın hakkını vermek,arıları yaşatmak ve koloni adedini çoğaltmak lazım....

Türkiye'de resmi verilere göre kayıtlı 6,5 milyona yakın bal arısı kolonisi yaşıyor. ( Kayıtsız olanların da oldukça fazla sayıda olduğunu unutmamak lazım.30 adet kovandan daha az olanlar amatör sayıldığı için kaydettirme zorunluluğu da yok. ) Hem toplam bal üretimi hem de koloni sayısında Türkiye, Çin'den sonra dünyada 2nci sırada bulunuyor. Yılda ortalama 90.000 ton bal üretildiği düşünülüyor. Dünyada bulunan balarısı kolonilerinin yaklaşık %10'u Türkiye'de bulunuyor. Bu da balarıları açısından ne kadar önemli bir coğrafyada yaşadığımızın bir göstergesidir.

Son yıllarda Abd ve Avrupa ülkelerinde kıyamet koparan Koloni Çöküş hastalığı Türkiye'de neredeyse hiç etkili olmadı ancak son 2 yıldır gizemli koloni kayıpları ciddi şekilde arttı. Yetkililere göre normalde %10-20 arasında gerçekleşen koloni kayıplarının bazı bölgelerde %70'lere çıktığı görülüyor. Ana akım medya haberlerinde bile kitlesel arı kolonisi ölümü haberlerine sıkça rastlar olduk. Genellikle ölümler Ege ve Akdeniz'den geliyor olsa da Karadeniz ve Doğu Anadolu'da da koloni kayıpları ve esrarengiz arı ölümleri gerçekleşiyor.

Arı ölümlerinin başlıca sebebi varroa paraziti olmakla birlikte özellikle Ege ve Akdeniz bölgesinde aşırı yoğun olarak yapılan gezginci arıcılığın çeşitli arı hastalıklarının yayılması, ekotiplerin melezleşmesi ve doğal yeteneklerini yitirmesi gibi bir takım sorunlara yol açtığını da belirtmekte fayda var.

Bu arada bazan Türkiye arıcılığına büyük haksızlık yapıldığını görüyorum. Arıcılık Türkiye'de doğru düzgün yapılan ve genelde bilinçli insanların icra ettiği nadir işkollarından biridir. Piyasada çokça duyulan sahte balların reklamı ve pazarlanmasının arıcılarla hiç bir ilgisi olmadığını, hatta bu balların üretim aşamasında herhangi bir şekilde arıların yer almadığını da belirtmekte fayda var. Sahte ballar merdiven altı tabir edilen kaçak imalathanelerde birleştirilen birtakım kimyasallarla yapılıyor.

Biz İç Anadolu bölgesinde sabit arıcılık yaptığımızdan ve köyümüze gezginci arıcılar gelmediğinden şanslı sayılabiliriz. Buraya gezginci arıcıların gelmemesinin en önemli sebebi bölgemizde bal veriminin görece düşük olmasıdır. Bölgemizin balı çok kaliteli olmasına rağmen (yapılan tahlilde 300 adetten fazla türde bitkiye ait polen bulunmuştur)  nektar mevsiminin kısa sürmesinden kaynaklı, koloni başına alınan bal miktarı az olmaktadır. Gezginci arıcılar genelde daha yüksek rakımlı ve kendi aralarında popüler olmuş yerleri tercih ediyorlar. Bal mevsiminin kısa olduğu yerler arıcılar için risklidir. Çünkü hiç bal alamama ihtimali de oldukça fazla.

Tabi ki arıcılık alınan bal miktarından çok arıların yaşatılması ve çoğaltılması bakımından önemlidir. Bilindiği gibi arılar dünya gıda üretiminin 1/3'ünün polinasyonuna sebep olur. Kolonileri yaşatmak için yeterli teknik bilgiye sahip olmak ve bunun için de iyi bir eğitim almış olmak gerekiyor. Kulaktan dolma bilgilerle kolonileri uzun süre yaşatmak mümkün değildir.Örneğin 10 adet koloniyi 20 yapmak ve o sene yeterli miktarda bal hasat edebilmek artık uzmanlaşmaya başlamak demektir.

Peki kolonileri çoğaltmak neden bu kadar önemli? Artık iklim anomalilerinin,arı zararlıları ve dış tehditlerin ani ve kitlesel ölümlere yol açtığı bir çağda yaşıyoruz. Kolonileri çoğaltmak bizi bu kayıplara karşı daha dirençli kılar. Koşullar zorlaştıkça hayatta kalan kolonilerimiz de doğal olarak bu zorlu koşullara en iyi adapte olanlar oluyor. Usta bir arıcıdan duyduğum güzel bir söz: " En iyi arı senelerdir arılığınızda yaşayan arıdır." Arılığımızda yeterli sayıda arı yoksa, çoğaltma yapamayız ve dışarıdan arı getirmek zorunda kalabiliriz. Nedense insanlar kendi yerel arıları iyi ve yeterli olsa bile dışarıdan,uzaktan bir yerlerden arı getirmeye çok hevesliydiler. Son yıllarda bu konuda da bilinç arttı ve insanlar daha çok yerel arılara yöneldi. Muğla'da,Antalya'da üretilen kolonilerin Ankara kışlarının dondurucu soğuğuna adapte olamadığı görüldü. Ankara'lı bir arıcı için, kışın bitişinin ardından Nisan'da kovan kapağını açtığında içeride dolaşan stresli ve aç arıları gören arıcının yaşadığı mutluluk kelimelerle anlatılamaz.

Varroa zararlısı ise şüphesiz arılara en çok zarar veren olumsuz etken olarak kabul edilir. Bu konuda da bilinç arttı ve artık daha çok organik sertifikalı ilaçlar kullanıyor. Formik asit, Oksalik asit, Thymol gibi etken maddelerin yanısıra erkek arı gözü yoluyla varroa imha etme gibi doğal yöntemler de arıcılar arasında yaygınlaştı.



Köyümüzde arıcılığa olan ilgi ülke çapında olduğu gibi günden güne artıyor. Tanıdıklarımızın toplam koloni sayısı 150 adedi aşmış durumda. İyi bir koloni yönetimi ve normal iklim şartları altında bu en az 1,5 ton bal demek. Ehh işte... Ülkemizde üretilen 90.000 ton balın 1,5 tonu da bizden olsun. Teknik ve sürdürülebilir arıcıların en üst düzeyde dayanışma,paylaşım ve iletişim halinde olması gerekir. Bu zorlu koşullar altında ayakta durabilmenin tek yolu budur. Yavaş yavaş böyle bir birlikteliğin temelleri atılıyor gibi...